DEMOKRASİ ÜZERİNE
Demokrasi üzerinde konuşabilmek için önce onun nitelikleri üzerinde durulmalıdır.Öncelikle demokrasinin bir siyasal rejim olduğunu bilmemiz lazım. Genellikle onu ve özellikle de uygulama biçimlerini sık sık eleştiririz. Daha iyisini bilmediğimiz için ona razı oluruz.
Geçmişteki yıllarda demokrasiye bir alternatif olarak sunulan rejimler vardı. Özellikle de gelişmekte olan ülkelerde, otoriter rejimlerin hiç olmazsa başlangıç yıllarında yararlı olduğunu söyleyenler olurdu. Oysa günümüzde İnsanlara demokrasi dışında vaad edebileceğimiz bir seçenek yok. Demokrasinin alternatifleri insan onuruyla bağdaştırılamıyor. Böylece demokrasi insan haklarının ana öğelerinden biri haline geliyor. Demokrasi bir ahlak. Biz demokrasi İçinde yaşamayı benimsediğimiz de başka insanlara saygı duymayı, onların da bizimle eşit haklara sahip olduğunu, onların isteklerinin en azından bizim isteklerimiz kadar değerli olduğunu kabul etmiş oluyoruz.Demokrasi bir karar verme biçimidir ama, bu karara nasıl ulaşılacağına ilişkin oy birliği, oy çokluğu, katılımcı, izin verici vb. değişik ölçütlerin kullanılmasına göre değişik adlar alabiliyor. Demokrasi, kuralları ve kurumları belli ve değişmez bir uygulama değil, sürekli olarak sorgulanan ve yeni pratiklerin benimsenmesiyle çok hızlı olmasa da değişme halinde olan bir oluşum. Demokrasi üzerinde yeterli bir kavrayıcılık içinde konuşabilmek için demokrasinin bu çok yönlü niteliğini içe sindirmiş olmak gerekiyor. Ancak ondan sonra demokrasiyi İktidara gelmenin meşru bir yolu olarak gören araçsal bakış açısından kurtulabiliriz. Onunla daha içten, onu daha derinden kavramaya dönük bir ilişki kurabiliriz. Demokrasi tarihimizden söz ettiğimizde, bu tarihi ikinci Dünya Savaşına kadar, yani yarım yüzyıl geriye götürebildiğimiz gibi, Tanzimata kadar, yani üç yarım yüzyıl geriye de götürebiliriz.Genel olarak dünyada kabul edilebilecek bir demokrasi pratiğinin tarihi yarım yüzyıl kadar geriye gider. Ama bu pratik, gerisinde utangaç da olsa yaşanmış bir Osmanlı olmasaydı gerçekleştirilemezdi. Demokrasi pratiğinin olabilmesi için önce İnsanda güvenin gelişmiş olması gerekiyor. Bu güven iki yönlü, hem insanın ister doğada olsun İster toplumsal yaşamda olsun olup biteni aklıyla kavrayabileceğine ve buna çözüm üretebileceğine hem de bir insanın kendisi için İyi olanı ancak kendisinin bilebileceğine inancı gerektiriyor. Tabi bu iki yönlü güvenin oluşması ise aydınlanmanın yaşanmış olmasına bağlı.Son yarım yüzyılı yaşayanlar bilir o zaman anlatılan demokrasi, genel hatlarıyla çok basit bir temsili demokrasi pratiğiydi.
Bize demokratik rejimlerin halkın iradesine dayanması gerektiği, bu iradenin kurulmuş partilere verilecek oylar yoluyla ortaya konulacağı, seçimleri kazanan partinin mecliste çoğunluğu sağladığında onun oy çokluğuyla vereceği kararların tek meşru çözüm olacağı anlatılıyordu. Kuşkuşuz bu çok standart bir temsili demokrasi anlatımıydı. Çoğu kez sandık güvenliğinin sağlanmış olması demokratik rejimin varlığının yeterli bir göstergesi kabul ediliyordu, Halkın iradesinin önemine inanmak gerekir.Modern bir dünya görüşüne sahip olanlar bilimsel bilginin, sorunların doğru ve tek çözümü olacağını kabul ederler. Böyle bir anlayışa sahip olunca da demokratik süreç içinde alınan kararların düşünülen sonuçlarla uyumsuz olmasını içe sindirmek zordur. İkisi arasındaki ayrımın ortaya çıkardığı çelişkinin nasıl çözümleneceği kafaları meşgul eder. Bunun nedeni halkın eğitimsizliği halkın eğitilmesi halinde bu çelişkinin ortadan kalkacağı düşünülüyor. Ya da tepeden bir siyasal kararla getirilmiş olan demokrasinin, toplum hazır olmadan erken getirildiği bu nedenle de çelişkinin çözülemeyişi demokrasinin askeri müdahalelerle kesilmesini kolaylaştırdığı söylenebilir. Öte yandan günümüzden geriye bakınca, 1950'li yıllardaki demokrasi tartışmalarının yüzeyselliği de çok açık olarak görülmektedir. Türkiye 1950 seçimleriyle, iktidarı seçimle değiştirmeyi başarmış, bir tür beyaz devrim yapmıştı. Bu kuşkusuz çok büyük başarıydı. Ancak demokrasi pratiği, iktidarı değiştirmek için daha çok araçsal bir işlev görmüştü. Seçim kampanyalarının içeriğine bakıldığında, demokrasi savunmasının büyük ölçüde anti bürokratik bir tutuma indirgendiği görülüyordu. Yerli yönetimlerin güçlendirilmesi, parti içi demokrasi talebi, insanların özgürlük alanının genişletilmesi vb. konular siyasal gündemde yer almıyordu. Demokrasiyi getirdiğini söyleyenlerin gündeminde bu tür kaygılar yer almıyordu. Onlar için kendilerine iktidara gelme yolunu açan demokrasiye, onlara iktidarda kalmayı sağlamak İçin müdahale edilebilirdi. Onlar için yüce değer olan demokrasi değil, kendilerinin iktidarda kalmasıydı.Türkiye'nin gündeminde demokrasinin daha derinden tartışılması ancak son on yılda başlamıştır denebilir. Bunda tabii ki dünyanın yaşadığı büyük dönüşüm karşısında temsili demokrasinin yaşadığı krizin ve Türkiye'de himayeci siyaset pratiklerinin yarattığı bıkkınlığın ve siyasetçilerin güvenirliklerini yitirmesinin büyük etkisi vardır.
Dünyanın Yaşamakta Olduğu Dönüşüm Demokrasiyi Kavrayışımızı Nasıl Etkiliyor? Günümüzde yaşayan herkes, nereye varacağını tam olarak kestiremese de büyük bir toplumsal dönüşümün yaşandığının farkında bulunmaktalar. Biz yaşanmakta olan bu dönüşümü genellikle dört farklı senaryo yardımıyla kavramaya çalışıyoruz.
Bu senaryolardan Birincisi sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiştir. Sanayi devriminde yaşanan gelişmeler insanın kapasitesini kaslarının uzantısı halinde artırırken, elektronik ve bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler insanın kapasitesini beyninin uzantısındaki niteliklerle artırıyorlar. Bilgi, üretim faktörü haline geliyor bilgiye bakışımız değişiyor evrensel ve yerel bilgiye verilen göreli önemler yeniden tanımlanıyor. İkincisi Fordist üretimden esnek üretime geçiş üzerinde duruluyor. Artık üretimin kârlılığını artırmak için tekdüze üretim yapmak gerekmiyor. Üçncüsü ulus devletler dünyasından küreselleşmiş bir dünyaya geçiş üzerine kuruluyor. Bir toprak üzerinde yaşayanların kaderIeri artık sadece o toprak üzerinde alınan kararlarla belirlenmemektedir. Dördüncüsü modernist düşüncenin aşınması ve onun yerine postmodernist yaklaşımların başlaması ön görülmüştür. Modernizm, bilim, ahlak ve estetiği birbirinden farklı alanlar olarak görüyor. Sorunlara bilim yardımıyla her yer için geçerli en doğru çözümler bulunabileceği düşünülüyordu. Kuşkusuz bu anlayış değişikliği demokrasinin bilgiyle ilişkişinin kurulmasında ortaya çıkan paradoksların aşılmasını kolaylaştırıyordu. Aslında dünya'da bir tek dönüşüm yaşanıyor ancak biz o dönüşümü ilgilendiğimiz, öncelik verdiğimiz konuya göre dört farklı senaryodan yararlanarak kavrıyoruz. Günümüzde yaşanan bu dönüşümler sonucunda temsili demokrasi bir krizle karşı karşıya kalıyor. Dünyanın sakinlerini günümüzdeki temsili demokrasi anlayışı doyurmuyor. Bunun yerine geçecek yeni demokrasi biçimleri aranıyor, bu konuda öneriler yapılıyor, yeni pratikler geliştiriliyor. Ama bu çabalar temsili demokrasi anlayışını ortadan kaldırmıyor, ancak belli ölçülerde değiştiriyor. Temsili demokrasinin temel aşınma nedeni küreselleşen dünyada bir ülkenin toprağını çevreleyen sınırların, artık toplum üzerinde denetim kurma olanaklarını yitirmesidir. Bir ülkenin topraklarının halkının tüm faaliyetlerini içine alan bir kap olmaktan çıkışı seçimlerle neyin temsilinin sağlandığını tartışmalı hale getirmektedir.
Ancak yaşanan küreselleşmenin kurumsallaşma biçimlerinin ulus devletlerin oydaşmasıyla gerçekleşmekte olması sonucu, dünya bir yandan küreselleşirken öte yandan ulus devletler varlıklarını korumaktadır. Ulus devletlerin varlığını koruması tüm eleştirilere karşı temsili demokrasi işleyişinin sürdürülmesine neden olmaktadır. Temsili demokrasi varlığını korumasına rağmen eleştiri konusu olmakta devam etmektedir. Bu eleştirinin önemli nedenlerinden biri oy çokluğuna dayalı bir meşruiyet anlayışının bir çoğunluk sultasına dönüşme eğiliminin yüksek olmasıdır. Tabii ki bir toplumda değişik, örgütlü çıkar gruplarının bulunması halinde kamu alanındaki müzakere süreçleriyle çoğunluk sultasını parçalamak olanağı bulunduğu söylenebilir. Ancak bu dahi artık günümüzün bireylerinin demokrasiden beklentilerini karşılamaktan uzaktır.
Günümüzün bireyleri kendi yaşamlarını ancak kendilerinin yönlendirebilcccği bir proje olarak bakmaktadırlar. Böyle olunca da katılımcı demokrasi, farklılıklara izin verici bir rejim olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Katılımcılık çok farklı biçimlerde ve derecelerde düşünülebilir. Hangi türde ve derinlikte bir katılım isteği ortaya çıkarsa çıksın, gerisinde bir kamusal özne olma arayışı ve şu ya da bu biçimde bir iktidarı bölüşme isteği bulunmaktadır.Oysa iktidar olmayı bir oydaşma yaratabilme becerisi olarak görmeyen, tersine belli bir kararı tüm dirençlere karşın uygulayabilmek sanan geleneksel politikacılar iktidarlarını bölüşmeye hazır değillerdir. Bu konuda bir direnç göstermektedirler. Bu ilginç bir durumdur. Siyasetçi bir kez iktidarı ele geçirdikten sonra onu iktidarının kaynağını oluşturanlarla bile bölüşmek istememektedir. Kuşkusuz temsili demokrasi içinden gelen ve kayırmacı pratiklerle siyaset yapmanın normal görüldüğü bir ülkenin siyasal kültürü içinde katılımcı demokrasinin başarıyla uygulanması kolay değildir. Bu siyasal kültürün kökten değişmesi gerekiyor. Değişmesi gerekenler sadece siyasetçiler değildir, aynı zamanda halkın da değişmesi gerekiyor, Kayırmacı pratiklerle pasifleştirilmiş bireylerin bulunduğu bir toplumda katılımcı demokrasi talebi doğmuyor. Değişik nedenlerle, bu yoldaki denemelere girilse bile bu tür bir demokrasinin taşıyıcısı olan aktif bireyler oluşmadan başarılı olunamıyor. Tabii ki siyasetçinin de önemli ölçüde değişmesi gerekiyor. Kuşkusuz, üstün bilgisiyle ya da elde ettiği siyasal güçle insanları yönlendirmekte kendisinde hak bulan siyasetçiyle katılımcı bir demokrasiyi yürütmek olanağı bulunamaz. Siyasetçinin kendi gücünü görme niteliğini kazanması gerekir.
Küreselleşen bir ülkede ülkesini sevmenin anlamı değişiyor, yeni içerikler kazanıyor. Günümüz Türkiye'si dönüşen bu dünyada gelişen yeni demokrasi anlayışlarına nasıl uyum yapmakta zorlanıyorsa, aynı şekilde ulusçuluk anlayışının İçeriğini yeni koşullara uydurmakta da zorlanıyor.Bazı kişilerin sandığı üzere küreselleşme ulus devletleri ortadan kaldırmıyor. Ulus devletler dünyasının küreselleşmesi ulus devletlerin kabulü ile gerçekleşiyor. Yani küreselleşme ulus devletlerin varlığını koruyarak gerçekleşiyor. Küreselleşen dünyada ulus devletlerin varlığını koruması, onların eski ulus devletler olduğu anlamına gelmiyor. İster küreselleşen dünyada olsun, ister AB'de olsun yürürlüğe giren bir çok regülasyon ulus devletleri bağlıyor. Bu ulus devletler böylece hâkimiyetlerinin bir bölümünü bir üst örgütlenmeye devretmeyi kendi uluslarının yararına görüyorlar.
Burada üzerinde durmamızda yarar olan bir husus var. Bilindiği üzere ulusçuluk Avrupa'da gelişmiş bir ideolojidir. Ulusçuluk, Türkiye'nin kendişinin geliştirdiği bir ideoloji değildir. Türkiye'de Avrupa'nın etkisi altında gelişmiştir. Bu ideolojiyi geliştirmiş olan Avrupa'daki ülkeler kendi ulusçuluk anlayışlarını yeni koşullara uydurmayı uluslarının yararına götürken, Türkiye'de bazı kesimlerin eski ulusçuluk anlayışlarında direnme göstermesi ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir durum yaratmaktadır.Dünyanın yaşadığı dönüşümün neden ulusçuluk anlayışlarında değişildildere yol açtığım gösterebilmek için, ulus devletler dünyasının gelenekscl ulusçuluk anlayışının dayandığı varsayımlar üzerinde durmakta yarar vardır.
Bu kabulleri şöyle sıralayabiliriz: Her ülkenin uluslararası olarak tanınmış sınırlarla belirlenmiş bir toprağı vardır.Burada yaşayanların kaderi büyük ölçüde toprağının sınırlarıyla ve bu sınırlar içinde yaşayanların iç ilişkileriyle belirlenmektedir.Bu topraklar içinde yaşayanların, tüm diğer kimliklerine baskın olan bir ulusal kimliği vardır.Bir ülkenin homojen ve tek düze olarak yetiştirilmiş yurttaşlardan oluşması ulusun bütünlüğünün tek garantisini oluşturur.Bu ulus kimliğini ve bütünlüğünü, kendisinin "kendine özgü” olmasında bulur. İçinde yaşadığı toplumu bu özellikleriyle algılar.Dış dünyayla ilişkilerini sıfır toplamlı olarak görür. Başka bir deyişlc kimliğini oluşturmasında başka ulusları ötekileştirmesi önemli bir rol oynar.Ulus devletlerin bağımsızlıkları en yüce değerdir. Bir ülkenin meşru olan iktidarının halkına yaptıkları insan haklarına aykırı olsa dahi o ülkeye dıştan karışılmasını bağımsızlığa bir müdahale olarak görürler.
Böyle bir ulusçuluk anlayışının gerisinde mutlaka şövenist, ırkçı bir anlayış yoktur. Irkçı düşüncelere sahip olmadan da böyle bir ideolojik çerçeveyc sahip olunabilir. Ancak bir ulusçu nasıl bir ulusçuluk anlayışına sahip olursa olsun, temel olarak istediği uluslararası camianın saygı değer bir ulusunun üyesi olmaktır. İşte sorun da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sorun, küreselleşen bir dünyada bu tür kabullere sahip bir ulusçuluk anlayışıyla uluslararası camianın saygın bir üyesi olma olanağımn kalmayışıdır. Günümüzün gerçekleri farklı kabulleri ön plana çıkarmaktadır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:Ulusların topraklarını çevreleyen sınırların akımları denetleme gücü gün geçtikçe azalmakta, ülkeler dünyayla daha çok bütünleşmekte, bu topraklarda yaşayanların kaderleri üzerinde bu topraklar dışında yaşananların etkisi gün geçtikçe artmaktadır.Günümüz dünyasında bireyler, gün geçtikçe, aynı esnada birden fazla kimliği taşımaktadır. Bir toplumda çeşitliliğin, bütünlüğün engeli olmadığı, tersine yaratıcıllğın kaynağı olduğu her geçen gün daha iyi kavranmaktadır. Kendine özgülüklerin değil ortak paydaların ön plana çıkarıldığı bir dünyada yaşanmaktadır. Aynı insani değerler bölüşülmekte, insan hakları tüm değerlerden önde gelmektedir.Ulusçuluğun dayanağını ötekiler yaratmakta değil, birbirini sevmekte, karşılıklı işbirliği yapabilmekte, başarıları bölüşmekte bulmalç başka bir deyişle sosyal kapital yaratabilmekte bulmak anlayışı gelişmektedir.Dış dünya ile ilişkiler temelde sıfır toplamlı olarak algılanmamaktadır. Kimliklerin oluşturulması için başka ulusların ötekileştirilmeşinin, barışın engeli olduğu her geçen gün daha çok fark edilmekte ve dış ilişkilerin sıfır toplamlı hale getirilmesinin nedeni olduğu daha iyi kavranmaktadır. Böyle küreselleşmiş bir dünyada bağımsızlığın anlamı, sınırların içinde yalnız kalmak olmaktan çıkmış, projeleri olmak ve projelerini uygulayabilmek anlamını kazanmaya başlamıştır. Proje geliştiremeyenler bağımsızlık sorununun farkına varamayacaklardır. Bir ülkenin dış dünyadaki saygınlığının dış dünyayla çatışarak değil, dünya düşüncesine, sanatına, bilimine katkıda bulunarak sağlanabileceği, her geçen gün daha İyi anlaşılmaktadır.Küreselleşme öncesi bir dünyanın ulusçuluk anlayışıyla küreselleşmiş dünyada yaşayan uluslar, sıraladığımız bu nedenlerle kendilerini dışlanmış buluyorlar.Böyle olunca da dış düşmanlar korkusuyla kendilerini kuşatkları bir dünyada yaşıyorlar.Dolayısıyla günümüz dünyasının sunmuş olduğu fırsatları değerlendiremiyorlar .Uluslarının olabilecek performanslarını gerçekleştiremiyorlar.
Bu nedenle yalnızlaşmış ve kendi kabuğuna çekilmiş bir ulusun üyeleri uluslararası camianın saygın bir üyesi olmanın doyumunu yaşayamıyorlar. Bu konuşmada demokrasi anlayışının dönüşümü yanında ulusçuluk anlayışının geçirdiği dönüşüm üzerinde durmamın önemli bir nedeni var. Dünyada demokrasi alanındaki gelişmelerin, Türkiye'nin kamu alanında belli bir düzeyin üstünde tartışıldığı söylenebilir. Oysa, aynı tartışmayı ulusçuluk anlayışımız konusunda yürüttüğümüz söylenemez. Çağcıl bir ulusçuluk yönünde yol alamayışımız, büyük ölçüde, geleneksel ulusçuluğun tabulaştırılarak, kutsallaştırılarak tartışma dışı bırakılması yüzündendir. Unutulmamalıdır ki her kutsallaştırılan ve kamu alanındq tartışma dışı bırakılan konu, demokrasi alanının daraltılması anlamına gelmektedir. Tabii ki dünyanın yaşamakta olduğu bu karmaşık dönüşüm, demokraşi anlayışımız ve pratiklerimiz üzerinde sürekli bir değişme baskısı yaratıyor. Ama, dünyanın yeni koşullarıyla tutarlı ve işlerliği olan bir demokrasİ pratiğini geliştirmek ve onu kurumsallaştırmak kolay olmamaktadır. Her yeni arayış, eskiyi ortadan kaldıramıyor, sadece kendisine belli bir pratik alanı açabiliyor. Sonuçta günümüzde temsili demokrasi, çoğulcu demokrasi, katılımcı demokrasi ve yönetişim, çeşitli biçimlerde birbirine eklemlcncrck karmaşık bir demokrasi pratiği hüküm sürüyor. Demokrasi ve Eğitim Kuramlarının Bütünleştirilmesinin Gerekliliği Üzerine Demokrasi pratiği ve kuramı üzerinde düşündüğümüzde genellikle yetişkinlerin davranışları üzerinde düşünmüş oluyoruz. Yetişkin bireylerin özgür seçmelerine dayanarak, toplum için iyi olanın nasıl kararlaştırılması gerektiği üzerinde duruyoruz.Oysa toplum salt yetişkinlerden oluşmuyor. Bir birey çocukken eğitim görüyor ve yetişkin hale geldikten sonra demokratik süreç içinde yer almaya başlıyor. Tabii ki bu çocukların yetişmeleri sırasında nasıl bir eğitim gördükleri, onların yetişkin hale geldiklerinde yaptıkları siyasal seçmeleri de etkileyecektir. Böyle olunca demokratik kuramın yetişkinlerin özgür seçmelerine dayanarak karara ulaşılacağı varsayımı önemli bir sorunla karşılaşmaktadır. Bu nedenle eğitim kuramını kendisiyle ilişkilendirmeyen her demokrasi kuramı eksiktir denebilir. Bu nedenle eğitim kuramlarını demokrasiye uygunluğu bakımından gözden geçirmek gerekir. Tüm dünyada 30 yıl kadar önceki eğitim yaklaşımları büyük ölçüde demokrasi kuramıyla çelişiyordu. Çünkü öğrencilerin, eğitimle bir tür kil hamuru gibi yoğrularak şekillendirilebileceği kabul ediliyordu.
Burada tam bir davranışsal eğitim söz konusu oluyordu. Eğitime böyle yaklaşıldığında da bu eğitimden geçmiş bir kişinin yetişkin hale geldiğinde, belli doğrultularda yoğrulmuş, koşullandırılmış kişiler olduğunu kabul etmek gerekir. Bu kabul yapılınca da bireylerin özgür tercihleriyle işlcycn bir demokrasi varsayımı da çökmektedir. Eğitimin bu biçimde formüle edilmesinin bir başka ilginç sonucu, çocuğun eğitiminde ebeveynin rolünün ne olduğu sorusunu gündeme getirmesi olmaktadır. Eğer eğitim mükemmel bir şekillendirici olarak göriilürsc bu şekillendirmenin yönünün seçilmesinde ebeveynin ne kadar söz sahibi olabileceği de sorulması gereken kritik bir soru haline gelmektedir. Çocuğun eğitiminin ve dolayısıyla yaşam çizgisinin belirlenmesinde çocuk hakları ilc ebeveyn hakları arasındaki çizginin nasıl belirlenmesi gerektiği gibi çok kritik bir soru ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz belli biryaşam deneyimi ve birikimi olan ebeveynlerin sevgiyle bağlı oldukları çocuklarının yaşam projelerini gerçekleştirmesinde onlara yol gösterici bir rol oynaması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak yol gösterme adı altında, çocuğun yaşam projesini, kendisinin zamanında gerçekleştiremediği yaşam projesine çevirmeye yönelinirsc tabii ki önemli bir çocuk hakla ihlal edilmiş olur. Çocuğun eğitiminin hem demokrasi, hem de çocuk hakları bakımından çelişik bir konumda kalmasının temel nedeni eğitimin davranışsal bir modele göre yapılmasıdır. Davranışsal eğitimin yarattığı bu tür sorunlardan kaçınmanın bir yolu, tabii ki demokrasi ve çocuk haklarıyla daha uyumlu bir eğitim yaklaşımı geliştirmektir. Nitekim tüm dünyada davranışsal eğitim yaklaşımı terk ediliyor.Bunun yerini yapılaşmacı denilen bir başka eğitim yaklaşımı alıyor. Bu yeni model, öğretmen merkezli değil öğrenci merkezli, öğretim sınıfın içine hapsolmaktan çıkmakta tüm yaşam alanlarına yayılmakta. Öğrencilerden kendisine verilen bilgileri bellemesi değil, belli bir konuda araştırmayı yani öğrenmeyi öğrenmesi isteniliyor. Oğrencinin bilgi mik-tarının artırılmasından çok, bilgi öğrenme kapasitesi geliştirilmek isteniyor. Böylece yetişen bir birey koşullandırılmış olmuyor,Yetişkin olarak demokratik sürece katıldığında da özgür bir birey olarak seçmelerini yapabiliyor. Eğitim yaklaşımı demokrasi kuramıyla kolayca eklemlenebiliyor. Ote yandan çocuğun öğrenme süreciyle kendi yaşam projesini gerçekleştirme süreci üst üste geliyor sorun kalmıyor.
Unutulmamalı ki gelişmenin büyük ölçüde buluşçuluğa ve iş içinde öğrenmeye dayandığı bir dünyada Türkiye'de de öğrencilerin böyle bir eğitim anlayışı içinde eğitilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki Türkiye eğitim sistemi bu dönüşümü gerçekleştirmekte geç kalmıştır. Bu tür bir dönüşüm Türkiye'de yeni yeni konuşulmaya başlamıştır. Müfredatlarda böyle bir değişim yapılsa bile büyük sayılardaki öğretmenlerin bu tür bir yöntem değişikliğini hemen benimseyerek başarılı uygulamalar yapması beklenemez. Bu nedenle de eğitim biçimi ve demokrasi anlayışı arasındaki tutarlılık sorunu Türkiye'de yakın gelecekte de önemini koruyacaktır. Demokrasi üzerinde bu kısa konuşmada demokrasiyi çok yönlü olarak içselleştirmemizin önemi de ortaya çıkıyor. Belki bundan da önemlisi, demokrasİ üzerinde düşünmemizin, salt dar çıkarlarımızın artırılması üzerinde düşünmek olmadığını, tersine onurumuza ilişkin bir arayış olduğunun farkına varmamız olduğunu sanıyorum.